Kalıcı haber - Soru cevap
  Ana Sayfa
  İletişim
  Ziyaretşi defteri
  Sağlık
  Kerma önemli yazılar
  Politika
  Medya Makale
  Bilim
  Kitap sayfaları oku
  Karma Seçmece Haberler
  Gmail toplu Mail Atma
  Araştırma
  Kişi anılarına
  Resulü Ekremin anısına resimli kart
  Kuran Kursu
  Resimler
  Geçmiş tarih
  Şerefli Hadisler
  Biyografi (itibar edilecek adamları yazıyoruz)
  İslam ve tasavvuf
  => Silsile
  => Rabıtanın Rolü
  => Zikir imanı korur
  => Tadili Erkanı terkedenin başına gelecekleri
  => Tasavvuf ve önemi
  => Şehvetin beyanı
  => Rabıtayı inkar edenlere cevap
  => Soru cevap
  => Evliyaullah bir vasıtadır
  => Mahmut Efendi Hz.lerinin vekiller toplantısında etmiş oldukları nasihatlar
  Sohbetler
  İslami Programlar
  İslam
  Dört eş, sınırsız zinayı önlermiş
  İlginç haberler
  Foto Galeri
  Yazarlar ve yazılar
  Faydalı linkler ve destek linkler
  Kültür
  İmam Ebu Hanife (r.a.) yıldönümü
  Bid'atçılar islama zararlı olanlar
  Skype ile ücretsiz konuşun

 1 - Kendi mürşidimiz dışında başka din alimlerinin sohbetine katılabilir miyiz?
Cevap:
Kendi vazife ve ehemmiyetimizi muhafaza edip ihmal etmemek kaydıyla tüm Müslümanlarla ilgi ve irtibat faydalıdır, sevaplıdır.

 2 - Mürşid kimdir? Mürşid edinmek şart mıdır? İnsanın mürşid edinmesi şirktir deniyor. Ne dersiniz?
Cevap:
Şüphesiz ki kaynağımız Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimiz (SAV)in hayatıdır . Ancak Mürşide gerek yok demek doğru değildir, veballidir, yanlıştır. Çünkü Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki:
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) ''Hiç bir ümmet, topluluk yoktur ki, Allah oraya bir haberci, bir nezîr, tehlikelerden haber veren bir vazifeli şahıs göndermiş olmasın!''
Vazifeli şahıs demek, mürşid demek... Mürşidsiz olsaydı, o zaman Allah böyle demezdi. ''Bazı yerler olmayabilir.'' derdi. Demek ki ihtiyaç var ki bir mürşide, bir yol göstericiye, bir vazifeli kimseye; onun için gönderiyor. O halde mürşidsiz olmaz!..
Mürşidler Peygamber Efendimiz'in varisleridir. Peygamber Efendimiz'in sahabesiyle durumu nasılsa, sahabenin Peygamber Efendimiz'e karşı durumu nasılsa, mürşidlerle müridler arasındaki durum da aynıdır. Peygamber Efendimiz sahabesinin Allah'la arasına girmiş denilebilir mi?.. Öyle şey olur mu?.. Allah'a götürüyor. Allah'a götüren yolda rehber ve klavuz oluyor. Onun için, araya girmek diye bir yorum yanlıştır.
Bir mürşide bağlanmak şirktir demek de çok büyük bir hatadır. Şirk, Allah'ın varlığını yanında bir başka varlık tasavvur etmektir. Bir insanın hocasını sevmesi Kur'an'ın emridir, dinimizin gereğidir. Hadis-i şeriflerin gereğidir. Hocasına bağlanması da ondandır. Bütün mesele, ciddî bir hocaya, gerçek bir mürşide bağlanmaktır. Ona bağlandığı zaman zâten, onun mâni olmadığını, bil'akis rehber ve klavuz olup, elinden tutup hayra ve hakka götürdüğünü görecektir.
Mürşidsiz, üstadsız, hocasız tıp da olmaz, mühendislik de olmaz!.. Marangozluk da olmaz, terzilik de olmaz, berberlik de olmaz!.. Allah insaf versin... Bu dünyevî basit meslekler hocasız olmuyor da, ahiretin yolunu gösteren, binbir türlü tehlikesi olan, binbir türlü aldatmacası olan bir yolun mürşidi olması lâzım değil mi?.. Tehlikesi var... Yalanı var, yanlışı var, sahtesi var, istismarcısı var, sömürücüsü var... Mürşidsiz olur mu?..
Hocasız, mürşidsiz hiç bir iş olmaz, hiç bir meslek olmaz! Tasavvuf da mürşid-i kâmilsiz olmaz!... Mürşid-i kâmiller ayrıca mânevî bakımdan vazifeli insanlardır. Olur demekle, olmaz demekle onların keyfine de kalmış bir şey değildir.
Mürşide gerek yok demek veballi bir iştir. Bir insanı saptırırlarsa ne olacak?.. Hastalanırsa ne olacak, problemini nasıl çözecekler? Tam insanların doğru yola gelmesini sağlayacak mekanizmaya hücum ediyorlar. Kötü niyet var o zaman...
Sonra Hadis-i şerifte var: Şehidler cennete girecekler. Amma, alimler cennetin kapısındayken, Allah onlara diyecek ki: ''Durun, bekleyin! İstediklerinize şefaat edin, içeri girsinler!''

1 - Nefis terbiyesi konusunda ne tavsiye edersiniz?
Cevap:
Nefis terbiye etmenin ilk yolu tasavvufa girmektir. Girmiş ise vazifelerini yapmaktır.
Nefsi terbiye etmenin alt etmenin iki yolu vardır ;
1- Nefsin gücünü kuvvetini azaltmaktır. Oruç tutarsın azalır, az uyursun kuvveti azalır. Çok konuşmazsın , hatalara düşmezsin. İnsanların arasına çok katılmazsın, tenhada durursun , rahat olursun. Bunlara işte “kıllet-i taam, kıllet-, kelam, kıllet-i menam, uzlet-i enam, zikr-i müdam” demişler. Zikre müdavim olursun. Böyle tedbirlerle , terbiye ile nefsin arzuları kırılır.
Yani , arzuları zayıflıyor zaten. Coşkunluğu kalmıyor arzularının. Oruç tuttuğu zaman , az uyuduğu zaman vs. böyle bir yol vardır.

2- Bir de zikre kuvvetle gidilip , insanın aşkının , şevkinin, muhabbetinin , Allah’u Teala Hazretleri’nin yoluna sevgisinin coşması suretiyle , günahlara nazar etmeyecek hale gelmesi lazımdır. Aşk ve muhabbet yolu ile terbiye, zikre devam ederek ; o da olabilir.

Tabii hepsinin çeşit çeşit incelikleri vardır. Tarikatte halvet vardır. Mürşidin çeşitli talimatları vardır.

Bu konuda merhum Mehmet Zahit Kotku (rh) hocamızın “Nefsin Terbiyesi” isimli kitabını temin ederek okumanızı tavsiye ederiz


1 - Said Nursi HZ.lerinin zaman tarikat zamani degil sozunu aciklarmisiniz ve Risale-i Nur hakkinda bilgi verir misiniz.
Cevap:
Said Nursi hazretleri tarikat kavramını burada çok dar anlamda ele almış; nafile ibadetlerle uğraşmaktansa bilgilenmeye ve bilinçlenmeye önem verilmelidir, demek istemiştir. Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz yirminci yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adeta öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm, Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah’ın evinden kaçmıştır.
Bizin ülkemiz de ondokuzuncu yüzyıldan itibaren bu rüzgarların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adeta ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanları bilinçlendirmektir. O devrin eli kalem tutan sufi müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir.
Tasavvuf, İslami hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entelektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslam’a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf v e tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi.
Risale-i Nur da bu şartlar altında insanlara Müslümanlıklarını gereğini anlatmış olan Said Nursi hazretlerinin eserleridir. O gün için hayli hizmetler görmüştür. Ama bu kitapları bütün çağlara hitap eden, bütün kitaplardan daha üstün eserler olarak görmek yanlış olur kanaatindeyiz.


1 - İslamda tarikat varmıdır?
Cevap:
Tasavvuf, bütün müslümanların mecbûrî öğrenmesi gereken bir ilim dalıdır. Çünkü tasavvuf, nefsi terbiye konusunu işler. Nefs-i emmâre dediğimiz nefsi terbiye etmenin yollarını gösterir.
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) ''Nefsini terbiye terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.'' diye, ahlâkı güzelleştirmek Kur'an-ı Kerim'de emrediliyor; bunun için şart...
Ondan sonra, bir yolda giden insanların birisine bey'at etmesi, imam seçmesi lâzım gelir. Camide namaz kılan insanların, bir tanesini imam yapıp da arkasında ona uymaları gibi... O bakımdan şart...
Sonra:


(El'ulemâü veresetül enbiyâ') ''Alim-i muhakkikler, peygamberlerin varisleridir.'' Onlar halkın irşâdıyla meşgul oluyorlar. Peygamber Efendimiz'e bey'at gerekli olduğu gibi, zamanındaki bey'at edilmesi gereken kimseyi de bulup, bey'at etmek herkese gerekiyor.


Daha başka şeyler de sayılabilir. O bakımdan bu ilmi mutlaka herkes öğrenmeli, herkes bu yola girip, nefsini terbiye edip, güzel huylu olup, insan-ı kâmil olup, salih bir kimse olup, Allah'ın rızasının yolunca yürümeli!..


“ Artık bu asırda tasavvuf olmaz, o eskidendi gibi sözler” kâfirliğe kadar gider. Neden kâfirliğe gider?.. Çünkü tasavvufta nefis terbiyesi var; Kur'an-ı Kerim'den... Zikir var; Kur'an-ı Kerim'den... Ahlâkı güzelleştirmek var; Kur'an-ı Kerim'den... Yunus Emre'nin mutasavvıf olması dindarlığından... Yâni, o zaman dindarlık var da şimdi dindarlık yok mu?.. O zaman Allah'ın emrine, Kur'an'a uymak var da şu devirde yok mu?.. Şu devirde daha fazla muhtacız.


Bu edepsizlikler, bu şuursuzluklar, bu terbiyesizlikler ondan oluyor. Hattâ müslümanlar camileri dolduruyor gibi görünüyor; tam müslüman olmamaları tasavvuf eksikliğinden... Eksik olan o malzeme... Tasavvuf olmadığından edepsiz... Tasavvuf olmadığından küstah... Tasavvuf olmadığından böyle...


Onun için, tasavvuf sadece bizim ümmetimiz zamanında da değil, tâ Hazret-i Adem zamanından beri ilm-i ahvâlil kulûbdür; yâni, gönlün ahvalinin ilmidir. ''Allah insanların şekline, şemâiline, dışına bakmıyor; kalbine nazar ediyor.'' diye hadis-i şerif var... Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi ıslah etme ve tanzim etme ilmidir. O bakımdan, farzlardan önce farzdır. Biz bunu dergilerimizde açıkladık.
Tasavvuf olmadan olmaz. Yunus Emre de, Mevlânâ da, Sahabe-i Kiram da, tabiin de, tebe-i tabiin de, bu asrın insanı da, bundan sonraki kıyamete kadar insanlar da buna muhtaçtır.


Bu iş zahirle bitmez, ille iç terbiyesi de olacak!.. İç terbiyesi de tasavvuf demek olduğuna göre, ilm-i tasavvuf olduğuna göre, bu farzdır. Bunun bu şekilde olduğunu bildiği halde inkâr eden, kâfir olur.
Ama çok cahil, bilmeden, yanlış bir kanaatten dolayı tasavvuf yok sanıyorsa, o zaman cahilliğinden dolayı cezayı yer ama, belki kâfir olmaz. Ama bile bile, yok böyle bir şey derse kâfir olur.


Biz bunu kendimiz söylemeyelim de dedik, kim fıkıhta yüksek bilgi sahibi, kim müftü, kim âlim, onlara sordurttuk. Tasavvuf erbabı olarak tanınmış değil de, fakih olarak, fıkıh alimi olarak tanınmış kimselere sordurttuk. Seneler önce dergilerimizde dergilerimizde neşrettik. Bu sayıda da --İslâm Mecmuası'nda-- yine gitmişler, sormuşlar; ki, bu hususta bizim dışımızdaki insanların, fakihlerin bilgisi alınsın diye...


Suudî Arabistan'da Mısır'ın çok büyük bir alimi var... Onun talebesi olan kardeşlerimiz, ''Hocalarımızın içinde en çok beğendiğimiz odur.'' diyorlar. Ebüs Sünne diye tanınıyor, herkes itibar ediyor. Profesör, Hanefî fıkhını çok iyi bilen bir kimse... Gittik ona sorduk, onun da röportajı var İslâm Mecmuası'nın bu sayısında... Tasavvufu hepsi kabul ediyor.
Tasavvuf yok diyen çok cahil bir adam, hattâ çok tehlikeli bir durumda, belki küfre düşmüş durumda...
Bizim göbeğimiz oraya buraya bağlı değil ki; Kur'an ne demişse, Allah neyi emretmişse onu söylüyoruz. Bak burda biz bir tasavvufî cemaatiz, bir tekke mensubuyuz, hadis kitabı okuyoruz. Hadis kitabını okurken de yeri geldikçe, ''Bak, büyüklerimiz ne kadar doğru söylemişler, işin aslı buymuş, şuymuş...'' diye hadis-i şeriflerinden, ayet-i kerimelerden delilleri gösteriyoruz. Bir delil yeterken, bir parmak izi bir mahkûmu idama götürürken, biz binlerce delil getiriyoruz. Ama halâ tasavvuf yok da yok diye hop hop zıplıyor. Güneş balçıkla sıvanmaz ki...


Böyle insanlara belki cevap da vermemek lâzım! Çünkü muhatap alınacak kadar bile bir bilgi sahibi değil...
İbn-i Teymiye'yi ileri sürerler. İbn-i Teymiye'de Tasavvuf diye kitaplar bile neşredildi. İbn-i Teymiye tasavvufu reddetmiyor ki... Bazı bid'at ehli insanların yaptığı şeylerin sünnete uygun tasavvufa uymadığını söylemiş kitaplarında...
İşin aslını böylece bilmek lâzım!..


Not: www.akradyo.com adresinden alıntıdır
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol