Şu karşımda oturup liberalizmin nimetlerinden söz eden kişiye bakıyorum. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ‘beyaz’ köşe yazarlarının kaleminden fırlayan bir iki tâbire rağmen konuşmasındaki o köylü eda ve hazmedilmemiş rahat kendini ele veriyor. Ne pahalı takım elbisesi ve konuşurken göstermeye çalıştığı kol saati, ne masanın üstüne açılmış bilgisayarı ve ne de yanlış da telaffuz etse büyük bir hazla sarfettiği İngilizce terkipler örtebiliyor o yarı köylü edâyı. Halbuki on yıl önce, sigara ve uyku kokan soğuk bir öğrenci evinin salonunda, kenarları kirden kapkara bir battaniyenin altında büzüşmüş, sakallarını ve dağınık saçlarını kaşıya kaşıya: “Hocam, Türkiye darülharptir. Kim ki şeriati kabul etmiyor, kafirdir.” demekteydi.
Bir başkası ise, İstanbul’un günbegün bozulduğundan dem vuruyor iyice kaykıldığı deri koltukta hafif hafif sallanarak. Osmanlı döneminde ahlak ve estetiğin kol gezdiği şu payitahtın kebapçılara, köylülere ve kara kafalılara teslim olmasına ahlanıp vahlanıyor. Anlattığı kadarıyla, öyle muazzam ve muhteşem bir yermiş ki İstanbul bir zamanlar, adetâ cennet’in yeryüzüne inmiş hali. Aklına bile gelmiyor daha on-on beş yıl öncesine kadar, başkalarından kaptığı ve bir tekinin bile mânâsını bilmediği tabir ve terkiplerle küçümsediği gariban köylülerden birisi olduğu. Oysa bu adam değil miydi, bir Temmuz günü ufacık bir iş kapmak için, içinden kirli buruşuk fanilası görünen kavuniçi gömleği; üzerine giydiği kolları eprimiş ve her tarafı tarazlanmış kışlık, kareli yün ceketi; dizleri şişmiş ve paçaları, ayak bileklerinin beş parmak yukarısında biten bordo pantolonu; çökük avurtlarında seyrekçe çıkmış sakalı ve koltuğunun altına sıkıştırdığı ajandası ile terleye terleye oradan oraya koşuşturan. Şimdi, yüzüne yürüyen kan ve doymuş iştihâsıyla, hangi köşelerde kotarıldığı kuşkulu ihalelerin ona sağladığı zenginliğin verdiği refahla, yoksullara ve yoksunlara kin kusuyor. Nîmeti peşin verilmişlerdense, dünyanın bir gölgelik olduğunu bilen Son Peygamberin fakirliğine ilişkin tüm bildikleri, tıpkı o eski bî-çâre günleri gibi, hafızasının en kuytu yerine hapsolmuş durumda.
Az önce boş çay bardaklarını almaya gelen kahveci çırağını savdıktan ve “Tabi abi. Saygılar sunarım, abi. Biz de hanımla onu konuştuk, ‘büyüğümüzü rahatsız etsek’ dedik abi. Ellerinden öperim abi. Uygunu düşerse hemen ayarlarım abi.” yaltaklanmalarıyla dolu konuşması bittikten sonra dönüp, tıslar gibi “Beş yıl önce çulsuzun tekiydim. Ama bak şimdi zenginim. O halde hiç yılmamak lazım!” nutuğu atan adamı belki de tanıyorsunuz. Sapa lokallerde düzenlenen sohbetlerde yetim malı yemenin insanın ahiretini berbat edecek en büyük cürüm olduğunu anlatıp dururdu. ‘Devletin malı deniz, yemeyen domuz.’ deyiminin dilimize Yahudilerce sokulduğunu anlatırken, hislenen saf Müslümanlara karşı şöyle bir bakar, gözlerinden sızan birkaç damla göz yaşıyla: “Evet Müslümanlar, biz yiyici ve rüşvetçi olmadığımız için iktidara gelmemizi istemiyorlar.” cümlesiyle konuşmasını taçlandırırdı.
“Müslümanlar binitin iyisini edinmelidir. Zirâ iki cihan efendisi Hz. Muhammed (s.a.v) öyle buyurmuşlardır.” diyen adamın, borcunu geciktirdiği için telefonun diğer ucundaki adama savurduğu sin-kaf’lı küfürleri ve telefonu kapattıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi güle oynaya fıkralar anlatmasına takılıp kalmayın. O yalnızca Allah resulünün bir tavsiyesini yerine getirmek için biniyor o devasa jeep’e. Ve daha 10 yıl önce, mahalle aralarında tencere tava pazarlıyan adamın şimdiki zenginliği ancak, rızkın onda dokuzunun ticarette olmasıyla açıklanabilir.
Konumuz defilede dikkat çeken alımlı ve bazısına aykırı gelen şu kız değil mi? Benim hayatımda hiç bu tür insanlar olmadı. Ancak çoğu dindar ve muhafazakar kimsenin, bu kız-cağızın giyim kuşamıyla ilgilendiğini gördüm. Kızcağızı yerin dibine sokup çıkarıyorlardı. Sade yaşamlar süren, akçalı işlerden uzak samimi dindarların hissettiklerini belli bir ölçüye kadar (dikkat! Belli bir ölçüye kadar) anlayabilirim. Fakat şu yukarıda tasvir ettiklerimin bu kız-cağıza ağız dolusu hakaret etmelerine ne demeli?
Nev-zuhur ve kifayetsiz liberal, köylülüğünü örtemeden kentlilere özgü seçkinliğe öykünen ihale simsarı, ahbap-çavuş ilişkileriyle zenginlemiş karikatür tip ve ağzı bozuk tüccar ne demeye bu kadar kızıyorlar bu kızcağıza? Onlar değil miydi, sigara içmekten sertelmiş sesiyle biz ‘zavallı mazlum’ Müslümanları savunan o kadın köşe yazarını dinlerken içlerinin yağı eriyen? Onlar değil miydi, o ilk toyluk dönemlerinde belediye binalarında karşılaştıkları sarışın genç hanımlar karşısında elleri ayaklarına dolaşanlar? Onlar değil miydi, ‘Bunlar kadınsa, bizim evdekiler ne?’ diyerek yeni alıştıkları sahil kahvelerinde oturan genç ve alımlı üniversiteli kızları arsızca süzen? Onlar değil miydi, bir başörtüsü yürüyüşünden sonra genç ve yaralı bir kızın yanına yanaşıp o kıza ikinci hanımı olmasını teklif eden?
Tekrar edeyim: Sade yaşamlar süren, akçalı işlerden uzak samimi dindarların hissettikleri o burukluğu ve şaşkınlığı bir yere kadar anlıyorum. Ancak, ey siz masum ve her şeyi hayra yoran dindarlar! Size bir çift sözüm var:
İnsanın bedenini örtmemesi yahut cahilâne bir örtünmeyi benimsemesi, ruhunu satmasından ve inancı kendi sefil çıkarları için tahrif etmesinden çok daha küçük bir kusurdur. Defiledeki görüntüsü kızgınlığa yol açan kızcağız bırakın öyle örtünmeyi, Güney sahillerinde bikinisini giyip arz-ı endam etse ve fotoğrafları boy boy gazetelere basılsa bile benim nazarımda, şu nev-zuhur ve kifayetsiz liberalden, köylülüğünü örtemeden kentlilere özgü seçkinliğe öykünen ihale simsarından, ahbap-çavuş ilişkileriyle zenginlemiş karikatür tipten ve ağzı bozuk, köşe dönücü tüccardan milyon kere milyon daha namusludur.